Tag Archives: tuğçe baran

TUĞÇE BARAN HAKLI MI? YAHUT ÖĞRETMENLER NEDEN SUSKUN?

Aralık ayının ilk günlerinde (6,7ve 8 Aralık) Vatan Gazetesi’nde üç gün peşpeşe Tuğçe Baran’ın eğitim üzerine yazıları yayınlandı. Aslında öğetmenler üzerine desek daha yerinde olacak. Bu yazılarda ortaya atılan görüşleri bir eğitimci derneği olarak dikkate almamak mümkün değil.

Bu yazılarda serdedilen görüşler karşısında alelacele bir şey söylemeden önce ilgili kesimlerin açıklamalarını bekledik. Ancak güçlü bir tepki çıkmadı. Ardından bı yazıyı, iddiaların sahibi yazara ve yayınlayan gazeteye yolladık.  Ancak onlarda da bir cevap alamayınca yazıyı burada yayınlamaya karar verdik.

Başlarken…

Öncelikle belirtmek gerekir ki eğitim en önemli meselemiz ve bu konuda şu ya da bu şekilde bir tartışma ortamının oluşması koşulsuz tüm tarafları memnun etmeli. Dernek olarak bu memnuniyeti yürekten duymaktayız. Ancak meselelere etraflı bakabilmek çözümü daha yakın kılacaktır inancındayız.

Demokrasi: Tartışmak

Demokrasinin bir tartışma kültürü olduğunu iddia etmek yanlış olmaz. Her tür görüşün özgürce ifade edildiği, tarafların birbirlerine kulak verdiği, söylenenlerin anlaşılmaya çalışıldığı ortamlarda sentezler oluşur ve her geçen gün doğal olarak daha iyiye yaklaşmış oluruz. Bir öğretmen derneği olarak yazıları bu minvalde okumaya çalıştık. Yazarın ahlak sınırlarını zorlayan üslubu ile ilgili bir değerlendirmeyi ise bu yazının amacına uygun görmediğimiz için geçiyoruz.

Eğitim Ciddi Bir İştir

Diğer taraftan yazarın iddiaları hakkında görüş belirtmeyi, yaptığımız işin ciddiyeti gereği de bir sorumluluk olarak addediyoruz. Nitekim öğrencilerimize muhatabımızı -her kim olursa olsun- ön yargısız dinlemeyi, iddialara eleştirel bakabilmeyi, iddialar karşısında düşüncelerimizi cesaretle ama saygıyla ifade edebilmeyi; değişimin hayatın doğal bir gerçeği olduğunu, öyleyse bizim de kendimizi sürekli yenileme gereksinimimiz olduğunu; aynı zamanda öz eleştiri yapabilmeyi, bunu da ancak dış gözlerle yapabileceğimizi hem ifade ediyor hem de paylaştığımız her ders saatinde onlara yaşatmaya çalışıyoruz. Böyle düşünen ve yaşayanlar olarak eleştirilere kulak tıkamayı ya da hisse alınacak pay varsa öz eleştiri yapmaktan kaçınmayı öncelikle öğrencilerimize “ayıp etmek” olarak kabul ediyoruz.

Tuğçe Baran Ne Diyor?

Yazarın iddialarını alt alta yazdığımızda aslında kime niye çattığını tam olarak anlamak zor. Anlaşılan o ki yazar, belki de biz öğretmenlerin de çoğunlukla muzdarip olduğu ve fakat artık pek de yaygın olmayan örneklerden yola çıkarak bazı kişisel uygulamalara odaklanacağı yerde tüm suçu öğretmenlere yıkmakta ve bu iddiasını da pekala genelleyebilmektedir. İddiaları 4 başlık altında tasnif etmek mümkün:

1. Suç sayılabilecek ve yargının işi olan sorunlar: Bir müdürün on yaşındaki çoçuğa verdiği ceza, yine bir çoçuğun kötü bir şekilde dövülmesi gibi.
2. Devlet geleneğimizle ilgili sorunlar: Kars’ın soğuğunda Vali için iki saat bekletilen öğrenciler.
3. Eğitim sistemimizle ilgili sorunlar: Kılık kıyafet vs.
ve nihayet
4. Öğretmenlerle ilgili sorunlar: Bu başlık altında öğretmen-öğrenci ilişkileri, öğretmenlerin meslekî adanmışlıkları, akademik yeterlilikleri, sosyal statüleri ve saygınlıkları ve daha ileri giderek zeka seviyelerine kadar aklına gelen ne varsa her şeyi bir çırpıda ve önünü ardını düşünmeden sıralayıverdiği bu sorunlar değerlendirmelerimizin esasını oluşturacaktır. Çünkü yazarın, ilk yazısında örneklediği durumlardan sonra -iddialarının yarattığı tepkiden midir bilinmez- ikinci yazısında ve üçüncü yazısında açıkça tüm suçu öğretmenlere yüklemektedir.

Yukarıdaki iddiaların ilk türüyle ilgili samimi düşüncemiz şudur: İnsanlıktan nasibini almamış, aşırı meslekî yılgınlık yaşayan, psikolojik rahatsızlıkları olan kişilerin –öğretmen de olsalar- bu tür davranışları suçtur. Yalan haberden tazminat ödemeye mahkum gazetecinin, yargılanarak rutbesi sökülen bir güvenlik görevlisinin, yolsuzluktan atılan bir bürokrat ya da siyasetçinin, intihalden akademik unvanı alınan bir bilim insanının, ya da işçisinin sigortasını ödemeyen iş adamınınki kadar suçtur. Ne gerekiyorsa yapılsın. Zira onları savunacak değiliz.

İkinci ve üçüncü iddia başlıklarını da belki başka bir gündem maddesi olabilir.
Ancak ulusal bir gazetede yayınlanan iddialarının tamamına katılmak mümkün değildir. O kadar katılmak mümkün değildir ki üzerinden yaklaşık bir ay geçen bu yazılar çerçevesinde bugün birçok açıklama yapılmış olmalı, sendikalar görüş belirtmiş olmalı (Türk Eğitim-Sen’in resmî web sitesinden yayınladığı “Protesto” başlıklı yazısını takdirle karşılıyoruz) ve eğitim uzmanları iddiaları etraflıca tartışmış olmalıydılar. Peki bu öldürücü suskunluğun sebebi nedir?

Yoksa Tuğçe Baran Haklı mı? Öğretmenleri Tartışmak Bu Ülkede Tabu mu?

Bu suskunluğun sebebini soracağımız ilk merci bence öğretmen sendikalarıdır. Teşkilatlanma ve iletişim ağları oldukça güçlü öğretmen sendikalarının çoğu bu konuyu görüş belirtmeye değer bulmadılar mı? Yoksa yazar mı muhatap alınacak biri değildi? Biz öğretmenler ki sınıfımızda her seviyedeki öğrencinin bize en anlamsız gelen açıklamasını bile önemseriz.

Yoksa onların sendikalarında burada sözü edilen öğretmen tipinden hiç mi yok?
Yoksa sendikalar ne söyleyeceklerini mi şaşırdılar?
Yoksa sendikalar, bu ülkenin öğretmenlerinin oluşturduğu sivil toplum kuruluşları değil mi?
Ya da öğretmenlerin kurduğu sendikalar değil mi?
Hadi başlamışken son sorumuzu da soralım:
Yoksa sendikalar eğitim dışında konularla mı ilgileniyorlar?

Tabii tüm bu soruları sorarken sendika yöneticilerin ve üyelerinin bu yazıları hiç okumadıkları gibi bir ihtimali aklımızdan bile geçirmiyoruz.

Öğretmenlerin kişisel tepkilerini dile getirdiğini yazar belirtmiş. Her ne kadar yazarımız genelleme yapmayı yanlış bulmasa da bazı öğretmen ve idarecilerin kendisini arayarak haklılık payının olduğunu belirtmesinden de memnun olmuş.

Ancak kanaatimiz odur ki bu iddiaları üzüntüyle izleyen öğretmenlerimiz kutsal görevlerine ara vermek istememişlerdir. Nitekim sorumluluklarının, bu iddialardan sonra çok daha ağır olduğunu bir kez daha görmüşlerdir. Diğer taraftan iddiaların gerçek muhatapları da cevap vermeleri durumunda zaten eğitim meselesini dert etmiş olurlar ki bu da paradoks demektir.

Kamuoyunun tepkisine gelince yine yazara % 74 oranında bir destek söz konusudur. Ancak burada da netlik olduğunu sanmıyoruz: Mesela yılda bir kere okula gelmekten yüksünen veli oranımız, okula geldiğinde öğrencisinin hangi sınıfta olduğunu bilmeyen veli oranımız, ve hatta veli toplantısı için yanlış okula giden veli oranımız bu %74’ün içinde midir? Okul-aile birliklerine üye olan veli oranımız nedir? Bırakın onu, bir okul-aile birliği olduğunu bilen veli oranımız nedir? Çoçuğunun hangi tv programı izlediğini, hangi arkadaşlarla takıldığını, hangi derslerden zayıf, hangi derslerden başarılı olduğunu, ve hatta çocuğunun nelerden hoşlandığını ve ilgi alanının ne olduğunu merak eden veli oranımız nedir? Belki kent merkezlerinde bu oranların nispeten yüksek olduğunu söyleyebiliriz ancak yaygın durum hiç de iç açıcı değil. Zaten meselenin kaynağı da aslında burasıdır: Yani demokratik ahlak çerçevesinde toplumsal duyarlılık ve toplumsal sorumluluk bilinci yerleşmiş olsa belki de mesele bu noktaya gelmeyecekti.

Bakanlık ve valilik adına konuşmak bize düşmez. Yazıda sözü edilen sayın Valimiz durumu mutlaka değerlendirmiştir. Bakanlığımızın ise bu noktada siyaseten bir şey söylemesini istemem. Çünkü Çaha’nın ifadesiyle Hegel’in aşkın devleti, yerini sivil topluma bırakıyor. Bakanlığımızın konuyu dikkatle ve tarafsız bir biçimde izlemesini, tartışmaların olgunlaşmasını beklemesini ve toplumun sesine kulak vererek gerekeni yapmasını daha yerinde bulurum. Sivil ve demokratik bir toplumun devleti olarak bu ona daha çok yakışır. Nihayet böyle bir tutum tüm paydaşların ve tartışanların da güvenini artırır.

Ancak günlük işleyiş ve bürokratik süreçlerin yürütülmesinde Bakanlığımızın söyleyeceklerinin olması gerektiğini düşünüyorum. Bir kere bu ülkede eğitim başlığı altında her ne olur ve söylenirse bu mutlaka Bakanlığı ilgilendirir. Peki bunu sayın Bakan bir başına mı yapacaktır? Elbette hayır. 30 küsür daire başkanı ya da genel müdür, taşra ve yurt dışı yetkilileri, bakanlık danışmanları, uzmanları vs. bulundukları makamı, bu ülkenin eğitim hizmetlerinin aksamadan yürümesi için fedâkârca çalışmak için kabul ettiler. Ve iddiların, temsil ettikleri makamı ilgilendiren birçok yönü vardı. Yetkili makamlar sessiz kalınca biz öğretmenler de kendimizi yalnız ve horlanmış bir kitle gibi algılıyoruz.

GELELİM İDDİLARIN GEÇERLİLİĞINE…

Öğrenci-Öğretmen İlişkileri
Yazar, her ne kadar sorunların farkında olduğunu iddia etse de dışardan bakmakla işin içindekiler gibi hissedemez. Birçok arkadaşımız özellikle liselerde yetişkin insanlardan –ki yazarın üslubuyla kazık kadar- oluşmuş 70 (yetmiş) kişilik sınıflarda öğretmenlik yapmaktadır. Bu öğrencilerimizle yıllarca haftada 20 küsür saat birlikte olmaktadırlar. Birbirine çimdik –bıçak, jilet, yumruk- atanından kağıt fırlatanına –yasadışı dökuman dağıtanına, mahalle çetesinin ele başı olarak okulu ve idareyi basanına kadar- ne arasanız vardı. Biz tüm bu olumsuzluklar içinde hemen her öğrencimizin tekrar tekrar ziyaretimize gelecekleri bir barış, sevgi ve huzur ile bitirmeyi başarıyoruz. Ama kaç kere günlerce sesimizin kısıldığını, kaç kere bütün sinir sistemimizin alt üst olduğunu, kaç kere kavga ve daha korkunç bir mücadele içinde kaldığımızı bilmiyoruz. Şimdi yazarımız bu durumdaki binlerce öğretmene “Bu şartları bilmiyor muydun da bu mesleği seçtin?” diye mi soruyor?

Yazar şunu bilmeli ki bırakın isimleriyle hitap etmeyi aylarca hala kendi sınıfımızda olup olmadığından emin olmadığımız öğrencilerimiz bile oldu. Ama biz hiçbirinden güler yüzümüzü esirgemedik.

Nihayet biz de etten kemikten yaratılmış insanlarız. Bizim de duygularımız var. Ve bir günden diğer güne farklı sorunlarımız, ruh hallerimiz oluyor. Ama son kertede onlar bizim öğrencilerimiz ve öğrencilerimize yeri geldiğinde sinirlenmeyi, hatta gerekiyorsa onları azarlamayı en az sevgi kadar gerekli görüyoruz. Ve hatta bunu sevgimizin anne sevgisinden farklı ve daha üstün tarafı olarak kabul ediyor ve bununla övünüyoruz. Nihayet öğrencilerimiz de bunu çok iyi okuyor ve haklı olduğumuzu daha sonra açık yüreklilikle ifade ediyor. Kısacası biz onlarla yaşıyoruz. Onlarla sınıf ortamının mahremiyeti içinde özel bir ilişki sürdürüyoruz.

Şu Saygınlık Meselesi: Bilgi mi Para mı?

Burada kapitalizmin temel değerlerinden, nasıl bir toplumsal yaşam öngördüğünden ya da bugün toplumuzun içinde bulunduğu durumun sorumlusu olarak kapitalizmin ne kadarlık bir payı olduğundan söz etmek yersiz. Fakat en kısa hali şu: öğretmen ve okul, bilgi ve erdem ile ilgilenir. Oysa kapitalizmin ilgilendiği unsurlar para ve kârlılık. Bu ortamda bilginin ve erdemin temsilcisi olmak “müslüman mahallesinde salyangoz satmaya benzer” oldu. Sen ağzınla kuş tutsan ne yazar? Saygınlığın kriterleri değişti. Biz gökten zenbille indirilmedik ki. Bir gün, iki gün, üç gün… sonra pes ediyor insan. Zaten tüm zorluklara karşı mücadeleden asla vazgeçmeme iradesi olan insanların tamamı öğretmen olsaydı herhalde bütün dünya bügun Türkiye’yi konuşuyor olurdu. Bunun üzerine bir de maddî sıkıntıları ekle –ki ortalama en iyisinden 1200 ytl ücretle kiranı, faturalarını ödeyecek, sağlık ve beslenme ihtiyaçlarını giderecek, üzerine bir de çocuk okutacaksın- elinde ne kalıyor biliyor musun? Binbir başlı kartalı taşımaya çalışan kanarya.

Biz Bu Toplumun Unsuruyuz

Yazar bir medya çalışanı. Yani her gün gazetesindeki haberleri okuyor. Görsel basında çıkan haberleri izliyor. Şu gerçeği nasıl inkar edebiliriz ki artık bırakın okulu ya da öğretmeni aile bile çocuğa medya kadar sirayet edemiyor. Peki ne var medyada: özetle para, cinsellik ve şiddet. Önce bunlar insanların duygularını okşadığı için bol bol yayınlanıyor ve çark hareket alıyor. Sonra yeni bir kitle oluşuyor: Artık senaryo değil gerçek yaşam, izlediğimiz. Gazetelerin üçüncü sayfalarından neredeyse tüm haber programlarına kadar. Sizce bu yaşam biçimi, yeni yeni biçimlenmekte olan dimağlar üzerinde nasıl bir etki bırakıyor? Tamam öğrencinin kıyafeti vs. ayrıntıları ile ilgilenmek bize de çoğu zaman anlamsız geliyor ancak bir öğretmen olarak sınırlı bir zamanda sınırlı imkanlarla adeta bir bombardıman altında tutulan çocuklarımızı insanlığın ortak değerleriyle, bilimin bulgularıyla muhatap kılınca çocuğun/gencin nasıl bir dünyaya inanacağı konusunda yaşadığı ikilemin şiddetini ancak biz öğretmenler biliriz. Descartes’in Metod Üzerine Düşünceler’i para, cinsellik ve şiddet üzerine düşünceler, Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi de bilim ve erdemi eleştirmek şeklinde evriliyor.

Diğer taraftan hatta bazen biz bile yaptığımız işe inancımızı sorgular duruma geliyoruz. Gerçekten realite bu kadar farklıyken biz neden topluma ve doğal olarak öğrenciye bu kadar yabancı kalıyoruz diye şaşkınlık içinde tutum değişikliğine gidebiliyoruz.

Medya ve Eğitim

Bir de medya profesyonellerinin sorumluluk bilincine bakalım. Medya profesyonelleri aşağıdaki soruyu nasıl cevaplayacaktır: Hazırladıkları programların aile kurumunu ve toplumsal değerleri dejenere ettiğini biliyorlar da mı yayınlarına devam ediyorlar yoksa yaptıkları porgramların toplumsal gelişimimizi ve genç bireyleri her gün biraz daha geliştirdiğini mi zannediyorlar?

Batı da ise medya profesyonellerinin sorumluluğu ile ilgili yeni tartışma şöyle şekilleniyor: Bir gazeteci sadece haber peşinde koşan değil, aynı zamanda içinde yaşadığı toplumun sorunlarına kulak veren, sorunun çözümünde yapabileceklerini düşünen, ilginç bir haber yakalamaktan bir adım ileri geçip mesela o sorunun çözümünü için proje üreten kişi olarak evriliyor.

Son olarak medyamız eğitime ne kadar önem veriyor? Ülke nüfusunun dörtte birini doğrudan, diğer kesimi ise dolaylı ama çok yakından ilgilendiren bir alan, eğitim. Ve ne yazık ki rastgele 10 ulusal gazetenin web sitelerine bakınız; en az 7’sinin eğitim başlıklı bir web sayfası hazırlamayı değerli bulmadığını görürsünüz. TV’lerde eğitim üzerine programların ÖSS ve OKS sınavları döneminde bir artış gösterdiğini ancak sair zamanda ömensenmediğini Tuğçe Baran’la birlikte takip ediyoruz.

Ancak biz öğretmenler en küçük başarıyı mutlaka görmeye çalışan bir kitleyiz. Biz genelleyemeyiz. Çünkü biz genelledik mi bir kocaman insanı görmezlikten gelmiş oluruz ki işte çuvalladığımız gün, o gündür. Medyayı da bu çerçevede değerlendiriyoruz. Mesela Tayfun Talipoğlu’nu ya da her gün bir sayfayı eğitime ayıran gazetelerimizi, diğerleriyle aynı kategoride yargılamıyor, takdire ediyoruz.

Yeni Nesil Yeni Seçim
Doğrusu yazarın en kritik ve tehlikeli eleştirisini yeni neslin öğretmenlik tercihleriyle alakalı değerlendirmeleri olarak kabul ediyoruz. Çünkü yeni öğretmenler işlerini gerçekten ciddiye alıyorlar.

Yazar da belki kent merkezlerinde çoğunlukla yüksek puanlı öğretmenlerin öğrencileri oldular. Yani bize gore daha kıdemli, hizmet puanı daha yüksek ve dolayısıyla daha yaşlı öğretmenlerin. Bu öğretmenlerimizle öğrenciler ve genç öğretmenler arasında zaman zaman kuşak çatışmaları yaşanabiliyor. Çünkü toplumsal yapımızda, son 20-30 yılda dramatik bir değişim yaşandı. Belki interneti, cep telefonunu da öğrencileri kadar seri kullanamıyorlar. Ancak onların yüreklerini onlarla birlikte olduğunuz zaman okursunuz: Ben, tevellüdü bizden mukaddem muallimlerimizin kahir ekseriyetinin görevlerini Ceyhun Atuf Kansu’nun yıllanmış şarap tadındaki şiirinde aksettirdiği hislerle sürdürdüklerini izliyoruz. Tuğçe Baran’ın okullarımıza yolu düşerse, 60 yaşı geçkin müdür nice öğretmenimizin zengin deneyimleri, hala parlayan zekaları ve ve dinamizmleriyle değme gençlere taş çıkarttıklarını da görecektir.

Oysa yeni öğretmenler taşrada ya da varoşlarda hizmete başlıyorlar. Garip ama gerçek, bu yüzden Anadolu’da ve nispeten kent merkezine uzak bölgelerde hizmet veren öğretmenlerimizin yaptığı özverili çalışmalar daha fazla. Mesleğe yeni başlamış ve meslekî kişiliklerini henüz oluşturmamış öğretmen arkadaşlarımızın bu fedâkâr gayretlerinin takdir edilmesi gerekirken yersiz ve yanlış bir değerlendirmeyle yargılanması öncelikle hakkaniyet sınırları içinde değerlendirilemez.

Diğer taraftan gençlerin eğitim fakültelerini tercih etmeleri ile ilgili değerlendirmeleri ise gerçeği yansıtmıyor. Nitekim eğitim fakülteleri en yüksek puanlarla öğrenci alan bölümlerin başında geliyor ve gençler, puanları yetmediği için değil bilakis çok yüksek puan aldıkları için eğitim fakültelerinde okuyabiliyorlar.

Adanmışlık, Yılgınlık!

Meslektaşlarımızı yakından izliyoruz. Büyük çoğunluğu öğrencilerinin özel sorunlarıyla da (aile sorunları, maddî sıkıntılar, arkadaşlık ilişkileri vs.) ilgileniyor. Diğer taraftan okuldaki eğitim kalitesinin gelişmesi için derslerden arta kalan zamanlarında (mesela yaz tatilinde) projeler geliştirmeye çalışıyor. Birçok başka örneği gibi arkadaşlarımızla kurduğumuz derneğimizde (İGEDER –Istanbul Gönüllü Eğitimciler Derneği) başka neler yapabileceğimize dair kafa patlatıyor emek ve zaman harcıyoruz. Yani tüm bu saydıklarımı sadece bizim çevremizdeki meslektaşlarımız değil başka okullardan yüzlerce ve belki binlerce öğretmen arkadaşım daha yapıyor. Biliyoruz. Çünkü onlarla da sürekli iletişim halindeyiz. E-posta grupları, akşam toplantıları, okul ziyaretleri, eğitim okumaları vs. Bir insan yaptığı işe daha nasıl adanır? „Yorgun savaşçı“ durumundaki arkadaşlarım yok değil ama şimdi tüm bunlar ortadayken yazar nasıl bu kadar rahat genelleme yapabiliyor?

İstemesek de Gelişiyoruz

İddiaların bizce en geçersiz kısmı yazarın, öğretmenlerin kendilerini geliştirmediklerine yönelik görüşleri. Bir kere şu bilinmeli ki biz toplumun zihinsel ve bedensel enerjileri en yüksek kesimiyle muhatabız. Bu durumda olan biri için kendini geliştirmek bir özel gayretle değil çoğu zaman doğal olarak gerçekleşiyor.

Fakat yaptığımız işin önemine de istinaden bir çoğumuz (yaklaşık beşte birimiz) yüksek lisans mezunuyuz. Doktoralı yüzlerce öğretmen arkadaşımız var. Belki tiyatro ve sinemaya, içinde yaşadığımız toplum gibi gerek ekonomik sebeplerden gerekse de kültürel sebeplerden gidemiyoruz ama birçok öğretmenin yüzlerce filmlik arşivi var. Kimyacımız İlber Ortaylı’dan tarih okuyor, coğrafyacı edebiyata merak salıyor, matematikçi şan dersleri alıyor, ingilizceci ingilizce aslından okuduğu romanı diğer arkadaşına tavsiye ediyor, bir diğeri Fulbright burs müracaatlarını inceliyor, öteki arkadaşına gitarından ilk melodilerini dinletiyor, edebiyatçı pi sayısını tarihini anlatıyor, fizikçi İsrail-Filistin sorununa ilişkin haritalı açıklamalarda bulunuyor…

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Şimdi gazete tirajlarının, kitap baskı sayılarının belli olduğu bu ülkede kendini geliştirmek için en fazla gayret gösteren kitleye yönelik böyle bir iddia en masum ifadeyle ancak yetersiz bilgiden kaynaklanıyor diyebiliriz.

Sonuç olarak

Anasınıfından lise sona kadar bütün sınıflarda derse girmiş, özel okullarda ve devlet okullarında çalışmış genç ihtiyar, kadın erkek onlarca idareci, yüzlerce öğretmen ve binlerce öğrenci ile tanıştık. Yazarın iddialarını haklı çıkaracak örneklere de rastlamadık değil. Ancak yapıcı bir anlayış kırıp dökmez. Sosyal bilimlerde asıl öznenin insan olduğunu aklından çıkarmaz ve insanın sözkonusu olduğu yerde her durumun bir diğeriyle benzerlik göstermeyen unsurların etkileşimden oluşan bir ortamda geliştiğini bilir. Soruna dar pencereden bakmaz. Dolayısıyla olayları bütün yönleriyle ele alır. Elde olanı da gücendirmez. Özveri ile çalışanların gayretlerini hiçe saymaz. Yani sapla samanı karıştırmaz.

Dedik ya tartışmak, daha iyiye ulaşmanın en kestirme yolu. Biz Tuğçe Baran’ı da, eğitimi mesele edinmiş herkes gibi dinlemeye, anlamaya, kendi payımıza düşeni almaya ve böylece daha iyiye ulaşmaya devam ve gayret edeceğiz. Şair ne güzel söylemiş:

Küçük bir dere yolunu kaybediyor
Ve daha anlamadan olup biteni kuruyup gidiyor çölde
Kan ter içinde koşuyor atlet
Ama göğüsleyeceği ip de koşuyor
On adım ileride

Cahit Koytak

 

15 Aralık 2007

Etiketler , , , , , , , ,